Yer Altı Suyu mu Var?

Yer Altı Suyu mu Var?

47 Yıllık Bir Mimarın Meslek Anıları – 4

Sezar AYGEN, İTÜ, Yüksek Mimar

1978 yılıydı. Projelerinin ilk etabını tamamlamış olduğum T.C. Maliye Bakanlığının inşaatları ağır ağır ilerlemekteydi. Bir müteahhit işi yükleniyor, az kalemli ama para getirecek kısımları yapıyor, sonra bir hukuksal bahane ile (ki hukuk içinde daima bir bahane bulunabilir) bırakıp gidiyordu. O dönemde, Maliye Bakanlığının lüzumlu girişimlerde bulunmamasından olsa gerek, DPT, ödenekleri adam akıllı kısıtlamıştı. Bu yetmezmiş gibi her yıl, ödenek kullanımları başladıktan hemen sonra, Bakanlar Kurulu bir karar alıyor ve tüm ödenekleri %10-25 oranlarında azaltıyordu.

İlk ihalesi yapılmış olan 3 blokun (K,L,M blokları), kaba inşaatları tamamlanmış, diğer bloklara ait hafriyatlar yapılmış, müteahhit firma da işi bırakıp kaçmıştı. Ne sözleşmede yazılı hükümlere uyuluyor, ne de bırakıp gidenlerin teminatlarına el konulabiliyordu. (O zamanlar çok şaşırdığım bu benzeri olayların nasıl gerçekleştirildiğini, daha sonraki mesleki yaşamımda deneyimlerimle öğrenecektim.)

İşte tam o sıralardaydı ki, hafriyat alanlarını sular doldurmaya başladı. Bu su yağmur suyu değildi. Bu su, Dikmen deresi alt yanlarında yer alan yapı arsasındaki yer altı sularından başka bir şey olamazdı. Yeni bir müteahhidin  K,L,M bloklarının ince inşaatı işlerini yüklenmesinden bir süre önceydi, resmi bir görevim (Mesleki kontrolluk görevi o dönemin yönetici kadroları tarafından verilmemişti), olmamasına rağmen, her Dikmen yolundan geçişimde, inşaat sahasındaki su göllenmesini kaygı ile izlemekteydim. Bahar aylarında, inşaat alanı komşusu Tevfik Fikret Lisesinden bir minik öğrencinin cesedi, K,L,M bloklarının bodrum katını doldurmuş olan suların  içinde bulunuverdi. Olay basına yansıdı, Tevfik Fikret Lisesini yas atmosferi kapladı, ancak inşaatların sahibi durumundaki Bayındırlık Bakanlığından ses seda çıkmadı. İnşaatları, Bakanlığın 5. Bölge isimli kuruluşu yürütmekte ve denetlemekteydi. Bir gün, 5. Bölge Müdürüne çıkarak, olayları ve tehlikeleri aktardım. Teşekkür etmekle birlikte, pek de önem vermediğini belli etmekten çekinmedi. Derken, 2. skandal patlak verdi. Yaz aylarının Ankara’yı kavurduğu günlerde, inşaat alanı bitişiğindeki Harp Okulunda görevli bir Mehmetçiğimiz, serinlemek amacı ile hafriyat bölgesinde oluşan göle girmiş ve maalesef boğulmuştu. Bu haber de basınımızda yankı buldu. Hem de birkaç gün üst üste olmak üzere…

Artık “Durumdan vazife çıkarmak” zamanının iyiden iyiye geldiğini düşünerek, Bayındırlık Bakanlığına bir yazı ile müracaat ettim. Konuyu ayrıntıları ile anlattım, yer sularının inşaat alanını bastığını, bitmiş blokların bodrum katlarının tümüyle su ile dolduğunu, böyle giderse atılmış temellerin ve kolonların zarara uğrayacağını, esasen bu göllenmede iki kişinin de boğulmuş bulunduğunu belirterek, tehlikeli gelişmelere dikkatlerini çektim.

Yazıma cevap da geldi. Geldi ama, cevap yazısı, bırakın her teknik adamı, her sade vatandaşı kahredecek kadar acıydı ve kahkahalara boğacak kadar komikti.

Neler mi yazıyordu cevap yazısı ? Şunları yazmaktaydı;

“Sözü geçen arazide, 1953 yılında yapılmış olan sondaj çalışmaları ile ilgili raporlarda, yer altı suyunun bulunmadığı belirtilmektedir. Bilgilerinize…”

Rapor 1953 yılındandı, ama o sırada takvimler 1978 yılını göstermekteydi… Üstelik de basınımızı işgal etmiş olan iki boğulma vakası da ortada durup durmaktayken…

Ankara’yı bilenler bilirler. Bayındırlık Bakanlığı binası ile, Maliye Bakanlığı inşaat arsasının arası 500-600 m den fazla değildir. İki vatandaşımızın boğulmasına, iki nokta arasının bu kadar birbirine yakın bulunmasına rağmen, verilen cevap bu kadar kısa, özlü ve anlamlıydı.

O günlerde, Devletimizin işleyiş biçimine nasıl da şaşırdığımı hatırlıyorum. (Bu gün artık bu tip yaklaşımlar beni ne şaşırtıyor ne de güldürüyor. Hatta işin garibi gayet de normal bulduğumu da söylemem gerekiyor.)

Günler sonra yeni bir ihale yapıldı ve yeni bir müteahhit işlerin tamamlanmasını yükümlendi. Pompalar çalıştırıldı, sular atıldı, inşaat çalışmaları yeniden başladı.

Tam o dönemde, İktidarda bir koalisyon hükumeti vardı ve Bayındırlık Bakanlığı koalisyon ortaklarından MSP (Milli Selamet Partisi)’nin idaresi altındaydı. Tabii, tüm teşkilatlarda değişiklikler yapılmıştı ve her makama, MSP’li teknik adamlar yerleştirilmişti.

İnşaatlar başlamıştı ama, bana mesleki kontrolluk görevinin verilmeyeceği, esasen hali hazır durumuyla bakanlıktaki elemanların bu işleri rahatlıkla yürütecek kadar yetkin kişiler oldukları belirtildi. Tabii ki, sade bir serbest çalışan Mimarın, bu  “Ali (!)” ve “Bilgin (‘)” ce verilmiş kararın karşısında yapabileceği hiçbir şey olamazdı. Olamazdı ama, ben yinede binalarımla ilgilenmeyi sürdürmekteydim.

Önce Bakanlığa, sonra 5. Bölgeye baş vurarak, inşaatlarda yapılması gerekli ilk işin, “Drenaj” olması gerekliliğini hatırlatmayı da görev saymıştım. Dediğim gibi arada sırada “Durumdan vazife çıkarmaya” devam etmekteydim. Önerimi -tabii ki- hiçbir yetkili dikkate ve kaale almadı. Hatta, hatta bana badem bıyıkları altından güldüler… Beni, müteahhit firma ile diyalog içinde, ona paralı bir iş temin etmeye çalışan -tabii ki bu işlerden sonra da komisyonunu alacak olan- birisi olarak mütalaa ettiler. Benim de aynen kendileri gibi düşüneceğimi, kendi metotlarını kullanacağımı tahmin etmekteydiler muhakkak.

Bu anının son bölümü de bir başka ilginç göstergedir. Onu da yazmak gereklidir kanısındayım.

Günler sonra, galiba bir kısım teknik adamın yaptığı kontrolları takiben, Bayındırlık Bakanlığı, Drenaj yapılmasının gerekliliği kanaatine vardı, ve konuyu ek keşiflerle birlikte müteahhide bildirdi. (Hafriyat alanında pompalar durmaksızın çalışıyor, ancak suları bir türlü bitiremiyordu.)

Güzel ve güneşli bir yaz gününün Pazar sabahında, arabamla Dikmen yolundan evime gitmekteyken, İnşaatlardaki biten blokların arka tarafında, arazide, yoğun bir kalabalığın harıl harıl bir şeyler yapmakla meşgul olduklarını gördüm. Pazar günü nedir bu telaşlı çalışma diye merak ettim ve arabamı park ederek kalabalığın yanlarına gittim. Gördüğüm manzara, gözlerimin dehşetten büyümesine, ağzımın bir karış açılmasına neden olmuştur kuşkusuz….

Bir kepçe, toprağı 1 m kadar kazıyor, birkaç işçi, yanda sıralanmış olan beton drenaj büzlerini çukura yuvarlıyor, kürekli 4-5 işçi de derhal büzün üstünü toprakla örtüyordu. Taze toprakla örtülü yer, henüz 20 m civarındaydı. Yani firma drenaj projesinin 20 m’lik bölümünü ikmal (!) etmişti bu metotla… Ancak yapım işi hızla sürdürülmekteydi. Kepçe kazıyor, içine büz atılıyor, üstü toprakla kapatılıyordu. Çalışanların başında ise benim tanıdığım bir inşaat mühendisi bulunmaktaydı. Hemen kendisine ne yapılmakta olduğunu sordum. “Drenaj” cevabını verdi. “Bu nasıl drenaj” dedim, “Kotları ölçmüyorsunuz, büzlerin yataklarını hazırlamıyorsunuz, büz aralarının üst bölümlerini kapatmıyorsunuz, en vahimi de önce taş, sonra çakıl ve kum yerine büzleri toprakla örtüyorsunuz?” Bana arazinin aslında meyilli olduğunu, kepçe kolu boyunun da sabit olması nedeni ile otomatikman drenaj borularının meyilli olarak yerleşeceğini söylemez mi?

Kendisine, görevli olmamama rağmen, pazartesi günü, derhal durumu Bayındırlık Bakanlığı ve 5. Bölge yetkililerine ileteceğimi, bir İTÜ’lünün böyle bir uygulamaya alet olmasına da çok şaşırdığımı söyleyerek şantiyeden ayrıldım.

Ertesi gün, gördüklerimi ve tespitlerimi hem sözlü hem de yazılı olarak Yapı İşleri Genel Müdürlüğüne ve 5. Bölge Müdürlüğüne ilettim. (O drenajların kabul edilmeyip söktürüldüğünü de ancak birkaç yıl sonra öğrenebildim.)

Bu anımın sonunu şöyle bitireyim. O garip drenajı emrindeki mühendise yaptırtan cahil müteahhit, bu gün, Türkiye’nin en ünlü ve en zengin kişilerinden birisi olmuştur. Yurt dışından da ihaleler almakta, sağda solda inşaat sektörü hakkında konferanslar vermekte ve önemli inşaat sorunları için değerli medyamız kendisine müracaat etmektedir.

İşte size harika bir sonuç…

“Erdem” fakir-fukarada aranır, paranız çoksa, sözcük anlamını yitiriverir…

Not : Bu aşamada yazmadan yapamayacağım bir önemli notum daha var. Sonraki yıllarda, Bakanlık blokunun (A Blok), temeli atılırken, çok eski bir geleneği yerine getirdim. Binanın Mimarını, Mühendislerini, işlevini, büyüklüğünü ve tarihleri silinmez mürekkeple yazıp, bir şişeye koyup vakumladıktan sonra temel betonunun içine gömdüm. Bir hata yaptım, o belgeden saklamış olduğum bir kopyayı büromu taşırken kayıp ettim ne yazık ki…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir