Osmanlıda Cami Mimarisi

Osmanlılarda Cami Mimarisi

Ali KILCI, Sanat Tarihi Uzmanı

Camiler, mecaz manasıyla “Allahın Evi“ olarak kabul edilen, dinimizin kutsal saydığı mekânlardır. Bizdeki camilerin şekillenişi de bu kutsallıkla bağlantılı olmuştur. Camiler insanların yaratanına en yakın, onunla bir ve beraber olabileceği bir mekân olarak düşünülmüş ve ona göre şekillendirilmiştir. Bir kilisedeki insanı ezen, korkutan etkiler camilerde görülmez. Aksine insana huzur verir, güven verir.

Osmanlı mimarisi konusunda; “Mimari Osmanlı Türk Medeniyetinin dehasıdır” diyen rahmetli E. Hakkı Ayverdi’nin yaptığı tespitlere bakalım: ”Türklerin yüksek bir edebiyatları vardır; âlemler çapındaki hatları onu da geçer. Yine hiç bir millete nasip olmayan musikileri ondan da yüksektir. Fakat mimari hepsinin fevkindedir ve ona erişebilen hiç bir mimari üslûbu yoktur. Osmanlı Türkleri sanat heyecanlarının son mertebesini mimaride bulmuşlar, ölçülere sığmayan bir harika doğurmuşlardır. Ona mihenk olacak, o miyarı kullanacak başka bir beşer topluluğu dünyaya gelmemiştir; geleceği de şüphelidir. Çünkü Türk kendini abide ile temsil etmiş, heykelini bina olarak yapmıştır. Yüz yaşında at sırtında ülkeler fetheden Akça Koca, Konur Alp, Hacı İl Beyi gibi, Gazi Süleyman Paşa, Şehit Sultan Murad; Fatih Sultan Mehmed, Ulubadlı Hasan, Yavuz Sultan Selim, Genç Osman ne ise, Süleymaniye, Selimiye de odur.”

Mimar Sinan’ın mimari dehası hakkında Prof. Dr. Oluş Arık’ın düşünceleri bize ışık tutmaktadır. “Sinan süslemeyi asla ön plana almadığı halde, mimari kuruluşun kendisini aynı zamanda bir güzellik kaynağı ve konusu yapmıştır. Çelikli beton inşaatın bilinmediği o çağda büyük bir yapının içini bir yığın paye ile ormana çevirmeden üstünü örtmek için bulunan en iyi sistem olan kubbe yeni değildir; fakat o ölçüde bir kubbenin çevresindeki yarım kubbe ve küçük kubbelerin harç ve moloz kütlelerinin yüzlerce tonluk ağırlığını taşırken kullanılan bu sistemde örtü kütlesi artık duvarlarla taşınmamaktadır. Tıpkı çelikli beton kullanılan modern mimarideki gibi, sağlam dev kolonlar ve bunları birbirine bağlayan kemerler bir iskelet meydana getiriyor. O koca kubbe ve kemerlerin, hem kütle ağırlıkları, hem de bir kas (adale) gibi çalışarak adeta asılı kalmayı sağlarken yaptıkları korkunç basınç ve gerilimi, kendi bağlantı ve dayanışmaları içinde karşılamaktadır. Bu şekilde Ortaçağın taşıyıcı, dolayısıyla hantal ve kapalı duvar kütleleri yok oluyor; yerine ince, bol pencereli hafif bir duvar kütlesi geliyor. Bunlar sadece dantelli perdeler gibi mekâna giydirilen duvarlardır. Bütün bu unsurlara öyle güzel basit biçimler verilmiş; o ince perde duvarlar da gereken yerde dışa, gereken yerde içe çekilerek öyle uygun konumlarla örülmüştür ki, bir vücudu saran cilt gibi, hem içteki yapının tatlı eğim ve hareketlerini dışa vuran, hem de fazla sert görüntüleri yumuşatan organik bir güzellik ortaya çıkmıştır.”

Müslümanların ibadet için yaptıkları mekanların isimlendirilmesi devirlere, ülkelere ve milletlere göre değişiklikler göstermiştir. Biz bu mekanların büyüklerine cami, küçüklerine mescid diyoruz. Sözlükte cami kelimesi “toplayıcı, toplayan, bir araya getiren”, mescid kelimesi, “secde edilen yer” anlamındadır. Osmanlı devrinde cuma ve bayram namazı kılınan ibadethanelere cami, sadece vakit namazları kılınan ve minberi olmayan ibadethanelere ise mescid deniliyordu. İran, Hindistan ve Arabistan’da “mescid” kelimesi bizdeki cami manasına kullanılmaktadır. Ülkemizde şehrin merkezi ibadet yeri olan, genellikle de çarşılarda yer alan camiler, “ulu cami, büyük cami, çarşı camii veya cami-i kebir” diye anılır. Osmanlı sultanları ve aile fertlerince yaptırılan büyük camilere ise “selatin camii” denilir.

Bizdeki tarihi şehir ve kasabaların her mahallesinde insanların kolayca gidip gelebilecekleri birer mescid vardır. Hatta mahallelerin isimleri bile mescidlerin adını taşıyordu. Küçük ölçülerdeki mahalle mescidleri dışında insanların toplu olarak bulundukları medrese, tekke ve zaviye, kervansaray, kışla, esnaf ve sanatkâr hanları gibi binalarda da mescidler bulunmaktadır.

Osmanlı devrinde bir yere cami veya mescid yapılması o yerin ihtiyacına göre belirlenirdi. Vakit namazları kılınması için yapılan mescidler zamanla cemaate yetmemesi veya çevrede cuma namazı kılacak bir cami kalmaması gibi hallerde İstanbul’dan gönderilen berat ve izinle camiye çevrilirdi. Minber konulan bu mekânlara bir de hatip tayin edilerek cuma ve bayram namazları kılınırdı. Cumhuriyet kurulduktan sonra ülkemizde faal haldeki bütün mescidlere cami fonksiyonu verilerek cuma ve bayram namazı kılınmaya başlamıştır.

Camilerin bulunduğu yere ve büyüklüğüne göre değişmek üzere camilerin büyük bir dış avlusu olabilir. Selatin camilerinin tamamlayıcı bölümüdür. Ortasında şadırvanı, etrafında kubbeli revakları olan, ana yapıya bitişik şadırvan avlusunun İstanbul Bayezid Camiinde bir örneğini görürüz.

Cami ve mescidlerin yanına İslamiyet’in ilk devirlerinden itibaren insanların abdest alabilmesi için havuz, kuyu veya çeşme gibi çeşitli su tesisleri yapılmıştır. Zamanla insanların abdestlerini daha rahat bir şekilde alabilmeleri için bilhassa Türklerin hakim olduğu coğrafyada mimari bir tür olarak şadırvanlar yapılmıştır. Osmanlı devrinde sultan, vezir gibi varlıklı kişiler, estetik kaygının ağır bastığı, birer sanat eseri olan çok sayıda şadırvanlar yaptırmışlardır. Bursa Ulu Camiinde olduğu gibi şadırvanların bazen camilerin içinde veya medreselerin avlularında yer aldığı görülmektedir. Yine bir meydan veya çarşı içine tek başına yapılan, çeşme gibi kullanılan şadırvanlar da bulunmaktadır. Şadırvanların üstü Bursa Koza Han gibi bazı kervansaray ve han gibi konaklama yapıların avlularında köşk mescit şeklinde yapılmıştır.

Camilerde harime giriş cephesinde kubbeli veya çatılı revak son cemaat yeri olarak adlandırılır. Namaz vaktine yetişemeyenler veya fazla kalabalıkta içeri giremeyenlerin ibadetine mahsus olan bu kısım, aynı zamanda caminin içine girişte kar, yağmur, güneş ışığı gibi dış etkileri önleyen bir ön mekân durumundadır. Tabanı avlu seviyesinden biraz yüksekçe olan son cemaat yerinin kıble duvarında genel olarak sağlı sollu birer küçük mihrap bulunabilir. Bazı camilerde son cemaat yeri, iki veya üç yönden ana yapıyı sarabilmektedir.

Büyük camilerde namazda imamın sesini cami dışındaki cemaate duyurmak için tekbirlerin tekrarlanacağı mükebbire denilen bölümler bulunur. Cami içindeki mahfel ile son cemaat yeri arasında bağlantı sağlamakta kullanılan mükebbireler taç kapılar veya pencerelerin üstlerinde küçük balkonlar biçimindeki dışarı taşkın çıkıntılardır.

Cami mimarisinin önemli bir parçası da ezan okunmaya mahsus olan minaredir. Minareler İslam aleminin çeşitli bölgelerine ve kullanılan taş, tuğla ve ahşap gibi malzemelere göre değişik biçimlerde olabilmektedir. Minarelerin Arap ülkelerinde kare biçimde olmasına karşılık Asya-Türk minarelerinin yuvarlak gövdeleri vardır. Minarelerin süslemeleri de ülkelere göre değişik olduğu gibi sayıları ve cami binasına göre yerleştirilmeleri de farklılıklar gösterir. Osmanlı minareleri binanın genellikle sağ tarafında bulunmakla birlikte caminin konumuna göre de minarenin yeri farklı olabilir. Bilhassa Osmanlı devrinde minareler cami kütlesi ile uyumlu ve orantılı yapılmıştır. Günümüzde olduğu gibi küçücük bir caminin yanında devasa bir minare yapılmamıştır. Safranbolu İzzet Paşa Camii’nde olduğu gibi insanları hayrete düşürecek kadar ince ve zarif, kalem gibi minareler Türk mimarisinin başarısıdır. Bazen de güdük, hatta basit bir şerefeden veya baldaken bir ezanlıktan ibaret minareler vardır. Anadolu’nun güneyinde minareler avlu kapılarının üstünde bulunabilmektedir. Sultanlar ve hanedan mensuplarınca yaptırılan Selatin Camilerinde iki ve daha fazla minare olabilmekte, hanedan dışındaki kişiler tarafından yaptırılan camilerde birden fazla minare bulunmamaktadır.

Ana giriş kapısı caminin kuzeybatı duvarında olur. Taç kapı dediğimiz büyük bir cümle kapısından başka caminin büyüklüğüne göre yan taraflarda birer kapı daha olabilir. Cümle kapısı veya taç kapı, büyük camilerde itinalı bir işçilikle bezenmiş bir niş içinde yer alır. Caminin kitabesi giriş kapsının üstünde yer alır. Camilerin Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde kündekâri tekniği ile yapılmış ahşap kapı kanatları vardır. Bazı camilerin konumu gereği girişler kıbleye göre yan cephelere kayabilmektedir. Camilerin taç kapı ve mihrapları aynı eksende ve süslemelerinde benzerlik olabilmektedir.

Cami harimlerinde mihrap ve minber yapının vazgeçilmez birer elemanı olmalarının yanında sıra en süslü kısımlarını teşkil eder. Harim kapısından giriş ekseninde ve içeride ilk göze çarpan mihrap; imamın namaz kıldırmak için durduğu yerdir. Basit bir nişten ibaret mihrapların yanında mermer, çini ve alçıdan yapılan şaheser örnekler de bulunmaktadır.

Camilerde mihrabın sağ tarafında hatibin hutbe okuduğu minber yer almaktadır. Ahşaptan taş veya mermerden yapılmış olan minber, bir kapı kemerinin arkasından basamakla çıkılan ve en üst noktasında dört ince sütun veya direğe oturan bir külah ite örtülmüş loca biçiminde bir köşkten ibarettir. Ahşap veya taş ustalarının yaptıkları mermer minberler camilerimizi süslemektedir. Hatipler Peygamber’e hürmeten yukardan üçüncü kademenin üstüne çıkmayarak daha aşağıda otururlar.

Mihrabın solunda daha çok köşeye bitişik olarak yer alan vaaz kürsüsüne merdivenle çıkılır. Kürsüler ahşap veya mermerden yapılmıştır.

Camilerin içinde müezzinler için genellikle ana girişin üstünde bulunan mahfelin ortasındaki balkon şeklindeki çıkıntılar ayrılmıştır. Ancak bazı önemli camilerde az sayıda kişinin namaz kılabileceği büyüklükte, yüksekçe bir yer müezzin mahfili olarak yapılmıştır. Camilerin çoğunluğunda esas girişin iki tarafında üst daha çok kadınlara ayrılmış kadınlar mahfili bulunur.

Müslüman devletlerin başşehirlerinde hükümdarların namaz kıldıkları halktan ayrı bölmeye bizde hünkâr mahfili diğer Müslüman ülkelerde maksure denilmiştir. Osmanlı dönemi camilerinde hünkar mahfili genellikle Caminin güneydoğu köşesinde hünkar kasrı denilen bir dış eklentinin harim kenarındaki balkon şeklinde uzantısı olarak yer alır. Osmanlı dönemi Türk mimarisinde Sultanın camiye geldiğinde kısa süre dinlenmesi için cami dışında yer alan hünkar kasrının muhteşem bir örneği Sultan Ahmed Camii’nde halen Vakıflar Genel Müdürlüğünce Halı müzesi olarak kullanılmaktadır.

Osmanlı Camileri
Osmanlı döneminde küçük ölçülerdeki ibadet yerleri için tek kubbe ile örtülü camiler yapıldığı bilinmektedir. Bu tipin örneği Bursa’nın 1326’da fethinden hemen sonra yapılan Alaeddin Bey Camii gösterir.

İznik’te Vezir Çandarlı Hayreddin Paşa’nın mimar Hacı Musa’ya 1378-1391 yıllan arasında yaptırdığı ve adını yeşil çinilerle kaplı muhteşem minaresinden alan Yeşil Cami, biri kubbe, ikisi aynalı tonozla örtülü üç bölümlü bir son cemaat yerini takip eden hariminde yeni bir özellik gösterir. Mekân giriş tarafında üç bölümlü bir ilave ile uzatılmıştır. Yeşil cami, itinalı ve zengin biçimde yapılmış mermer işçiliğiyle de dikkati çeker.

Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde ortaya çıkan “ters T planlı camiler”, “zaviyeli-camiler” veya “tabhaneli camiler”in yapımı birkaç asır sürmüştür. Kitabelerinde, vakfiyelerinde ve yazılı kaynaklarda imaret olarak gösterilirler. Osmanlı döneminin ilk yüzyıllarında çok revaç bulan bu tip camiler Osmanlı topraklarının hemen her tarafında yapılmıştır.

Bursa’nın fethinden hemen sonra Orhan Gazi’nin 1339’da yaptırdığı cami bu tipin temsilcisidir. Burada cephelerde iyi bir taş ve tuğla işçiliği kullanılarak yapıya renkli bir ifade verilmiştir.

Bursa Çekirge’de I. Murad’ın Kaplıca İmareti veya Hüdâvendigâr Camii, bu plan şeklinin çok değişik uygulanışına sahiptir. İki katlı olan bu yapıda biri beşik tonozlu, diğeri kapalı avlu halindeki kubbeli iki mekânı üst katta at nalı gibi saran hücrelerden ibaret medrese teşkil eder. Alt katta kubbeli mekânın yanlarında tabhane odaları yer almıştır. Beş kubbeli son cemaat yerinin üstünde uzanan ikiz kemerli galeri halinde dışarı açılan kat ise binanın cephesine bir saray görünümü verir. Bu o yıllarda çeşitli Akdeniz ülkelerinde uygulanan bir mimari zevkin Türkleşmiş şeklidir. Hüdavendigar Camii, medrese ile aynı bina kitlesi içinde birleşmiş bir yapı olarak Türk sanatında tektir.

Bursa’da Çelebi Sultan Mehmed için mimar Hacı İvaz tarafından yapılan ve bazı teferruatı hariç ancak 1424’te bitirilen Yeşil Cami, bu tipin en muhteşem eseridir. Zengin mukarnaslı kavsarası olan taç kapıdan girilen kubbeli ilk mekânda şadırvan bulunduğundan bunun geleneksel kapalı iç avlunun hatırası olduğu açıkça bellidir. Camide altın yaldızlı yeşil çiniler, bazı kısımları bitirilmemiş mermere işlenen bezemeler ve yazılar, pencerelerdeki süslemeler, Yeşil cami’nin her bakımdan göz kamaştırıcı bir yapı olmasına özen gösterildiğini ortaya koyar.

Bu tipin Osmanlı coğrafyasında çok sayıda örnekler vermiş olup Üsküp’te İshak Bey (Alaca) Camii, Edirne’de II. Murad’ın eseri Muradiye camileri de bunlar arasında anılabilir. Tire’de Yahşi Bey (Yeşilce İmaret) Camii, tarihleme ile 1333 yılına ait olarak tanınmışken sonraları bu caminin XV.yüzyıl eseri olduğu anlaşılmıştır. Mihrap burada köşeli olarak dışarı taşan bir çıkıntının içindedir.

Zaviye-camilerden (tabhaneli) Edirne’de 1484-1488 arasında yapılan II. Bayezid Camii bu tipin Selâtin camilerinde uygulanışını gösteren örneklerdir. Bunlarda tabhanelerin ortalarına kapalı avlu hatırası olarak, kubbesinde bir aydınlık feneri bulunan bir orta sofaya açılan dört eyvan ile köşelerde dört oda bulunur. Genellikle devlet ileri gelenleri tarafından yaptırılan bu camiler kapalı avlu kısmı kubbe, kıble tarafındaki bölümü eşit veya daha küçük bir kubbe ile örtülüdür. Bursa Karacabey’de 1456’da yapılan Karaca Bey Camii, İstanbul’da iç kemeri birer dehlizle ayrılan tabhâne odalarına sahip 1464 tarihli Mahmud Paşa, İnegöl İshak Paşa Camii, Afyonkarahisar’da 1472’ye doğru yapılan Gedik Ahmed Paşa Camii zaviyeli tipte camilerdir.

Cami mimarisinin kalın payelere oturan kemerlerle ayrılan bölümlerin her birinin üzerleri birer kubbe ile örtülen tipine “çok kubbeli camiler” denilir. Yıldırım Bayezid tarafından 1399’da yaptırılan Bursa Ulu Camii’nde dört sıra halinde beşer kubbeden yirmi kubbe vardır. Ortada bulunan bir bölümün içindeki şadırvan, eski iç avlu geleneğinin bir hatırasıdır. Bu şadırvanın üstündeki kubbenin tepesine aydınlık feneri yapılmıştır. Cami kitlesinin iki köşesinde yükselen kalın gövdeli çifte minare, caminin önemli parçası olan bu unsurun onunla artık kaynaştığını belli eder. Sonraki dönemlerde bu cami tipinde Mimar Sinan’ın nadir uygulamalarından biri İstanbul Kasımpaşa’daki 1573 tarihli Piyale Paşa Camii’dir.

Türk mimarisinin erken döneminde cami yapılarında yenilikler aranmasının göze çarpıcı örneklerinin başında, Batı Trakya’daki Dimetoka’da mimar Hacı İvaz (Paşa) tarafından 1420’de yapılmasına başlanan Çelebi Sultan Mehmed Camii gelir. Osmanlı mimarisinin parlak dönemindeki selâtin camilerinin öncüsü olan bu büyük ve kesme taştan güzel caminin kubbesi yok olmuş ve üzeri sivri bir çatı ile örtülmüştür.

Edirne’de 1438-1447 yılları arasında yapılan Üç Şerefeli Cami’nde kubbeli ve revaklı bir avlu ile bunun dört köşesinde yükselen, değişik renkli motiflerle süslenmiş üç minareye sahip bulunan bu yapının enine uzanan bir harimi vardır. Bu iç kısmın tam ortası 24 m çapında bir ana kubbe ile altıgen şeklindeki bu mekandan birer paye ile ayrılan yan kanatların her biri ikişer küçük kubbe ile örtülmüştür. Türk mimarisi basit çok destekli tipten bir büyük kubbenin hâkim olduğu camiye doğru gelişmiştir.

Osmanlılar fethettikleri yerlerdeki kiliselerden en büyüğünü fetih alâmeti olmak üzere camiye çevirmişlerdir. İstanbul Ayasofya Camii ve Küçük Ayasofya Camii bunlardan bazılarıdır.

Sinan-ı Atik tarafından 1462-1470 yılları arasında yapılan İstanbul Fatih Camii 1765 zelzelesinde yıkıldığı için III. Mustafa tarafından daha değişik biçimde yeniden yaptırılmıştır. Caminin ilk şeklinde revaklı avluyu takip eden harim, büyük bir kubbe ve bunu mihrap yönünde destekleyen bir yarım kubbe ile örtülmüş, bu merkezî mekânın iki yanında tabhâneli camilerdeki gibi duvarlarla değil sadece sütunlarla ayrılmış kubbeli üçer bölüm sıralanmıştır. İstanbul’un siluetine hâkim bir tepede yer alan cami, bütünüyle simetrik bir plana göre düzenlenmiş büyük bir manzumenin merkezini teşkil eder.

Manisa’da Kanunî Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan için 1522’de inşa edilen Sultan Camii, aynı tipin oldukça küçük ölçüde uygulanışını gösteren örneklerdir. Türk cami mimarisinin gelişmesinin bir halkası olan bu tip, kısa süre içinde yerini daha değişik biçimlere bırakmıştır. Bu da harimin ana mekânının iki yanın kubbe ile örtüldüğü tiptir.

Aynı şema 1501-1505 tarihlerinde yine İstanbul’da muhtemelen Mimar Hayreddin tarafından yapılan Bayezid Camii’nde abidevi şeklini bulmuştur. Bu binada, ana eksen üzerinde sıralanan esas kubbe ile iki yarım kubbe ve yanlarda ana mekândan paye ve sütunlarla ayrılmış kubbeli bölümler vardır. Bu plan ana çizgileri bakımından Ayasofya’yı hatırlattığından iki yapı arasında bir bağlantı kurmak isteyenler çıkmıştır. Gösterişli revakların çevrelediği bir avluya sahip olan Bayezid Camii, yanlarda dışarı taşan tabhaneleri ve bunların köşelerinde yükselen en üst derecede estetik değerlerini bulmuş minareleriyle dış mimarinin de gelişmesini tamamladığının delilleridir. İstanbul’daki Fatih ve Edirne’deki Beyazıt Camileri gibi büyük bir imaret manzumesinin merkezi olmasına rağmen bu camiyi saran çeşitli hayır binaları, Fatih Camii’ndeki gibi tam simetrik bir düzene göre değil yeni bir şehircilik anlayışı ile adeta şehrin bir bölgesine serpiştirilmiştir.

Artık özelliklerini kesin şekilde bularak gelişme yolundaki yönü açıkça çizilen Osmanlı-Türk mimarisinde cami, Mimar Sinan ve onun üslubunu devam ettiren mimarlar döneminde gerek yapı sanatı gerekse yer seçilmesi, şehirlerin imar programı, dış hatların güzelliği gibi hususlarda en yüksek seviyesini bulmuştur. Bu camilerde zarif, sade, özgün ve her şeyi ölçülü olarak kullanan bir üslûp; çini, mermer, malakari veya kalem işi nakış gibi süslemenin bir bütün olarak düşünüldüğünü gösterir. Cami inşasında zaman zaman eski bazı tiplere uyulmakla beraber önemli yenilikler de getirilmiştir.

Önceki dönemde başlamış olmakla beraber bu dönemde çok sayıda inşa edilen menzil külliyelerindeki camiler de ayrı bir tür teşkil ederler. Anadolu’da ve Rumeli’de doğu ve batı yönlerinde uzanan sefer ve kervan yollarının üzerinde kurulan bu tesisler, zamanla çevrelerinde yerleşme merkezlerinin yayılması ile buralardaki şehirleşmenin çekirdeğini oluşturmuşlardır. 1523’de Gebze’de Çoban Mustafa Paşa tarafından kurulan menzil külliyesinin benzerleri İzmit’te Pertev Paşa, Bursa Yenişehir’de 1588 tarihli Sinan Paşa ve Konya Karapınar’da Mimar Sinan tarafından Sultan Selim için inşa edilmiştir. Kayseri yakınında İncesu’daki 1670 tarihli Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii de etrafındaki yapılarla askerî mahiyette bir menzil külliyesinin geç tarihlere ait bir örneğidir. İskenderun körfezinde Payas’ta Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi Camii, medrese, kervansaray, çarşı, bedesten, hamam kale ve imaretten meydana gelir. Bu çeşit manzumelerin en büyüklerindendir. Sokullu Mehmed Paşa tarafından 1574 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Camisinin avluyu kuşatan revakların gerisinde medrese odaları yer almaktadır.

Sinan 1544-1548 yılları arasında İstanbul’da yaptığı Şehzade Camii’nde, orta kubbeyi destekleyen yarım kubbeleri dörde çıkarmak suretiyle, cami mimarisinin merkezî plana sahip ve statik bakımından en güvenli, mükemmel eserlerinden birini vermiştir. Medrese, türbe gibi müştemilatı da içine almak suretiyle geniş bir avlu ile sınırlanan bu binanın dikkate değer bir özelliği de çifte minaresinin başka hiçbir yerde tekrarlanmayan kabartma bezemelerle kaplı olmasıdır.

Yine Sinan’ın 1550-1557 yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman için inşa ettiği Süleymaniye Camii’nde ahenkli bir plan, binanın üst yapısının şuurlu bir şekilde kuruluşu ile hem binanın yapım güvenliği, hem de dış görünüş bakımından tam manası ile mükemmelliğe erişmiştir. Yan cephelerdeki dış galeriler cami kitlesini hareketlendirmiş ve hafifletmiştir. Yapının içindeki süsleme mimarinin hakimiyetine saygılı olmuş ve onun güçlü hatlarını gizlemeyecek şekilde dikkatle uygulanmıştır. Etrafını saran ve şehrin topografya yapısına tam uygunluk gösteren zengin ve geniş manzumenin merkezini teşkil eden Süleymaniye Camii, iç avlusunun dört köşesinde yükselen dört minaresi ve ehram biçiminde kademelenen kubbesiyle şehrin ufka düşen çizgisinde hakim ve engebelerle ahenkli bir yer almıştır.

Sinan eserlerini yaparken hep yenilik aramış, hiçbir zaman yaptıklarında tekrara düşmemiştir. Onun camilerinde, mekan sınırlarının iç ve dış görünüş bakımından uyumu amaçlamıştır. Türklerin İslam mimarisine getirdikleri yenilik, kubbenin iç mekanda önemli bir yer olması, merkezi simetrik iç mekandır.

Sinan Tophane’de son eserlerinden Kılıç Ali Paşa Camii’nde (1580) aynı plan düzenlemesini daha mütevazı ölçüde uygulamış ve bir ölçüde Ayasofya’nın küçük çapta bir benzerini ortaya koymaya özen göstermiştir.

Osmanlı-Türk mimarisi, 1588’de Sinan’ın ölümünden sonra onun geliştirmiş olduğu esaslar içinde çalışan mimarlar tarafından eser vermeyi sürdürmüştür. Harimi örten ana kubbeyi destekleyen dört yarım kubbe ve köşelerde küçük dört kubbe sistemi, İstanbul’da Sultan I. Ahmed için 1609–1617 yılları arasında Sedefkâr Mehmed Ağa tarafından yapılan Sultan Ahmed Camii’nde uygulanmıştır. Burada Türk mimarisinde ilk ve son defa olarak cami yapısı ile tam uyum halinde altı minare yapılmış, külliyenin diğer ek yapıları çevreye dağıtılmıştır. İçinde kullanılan mavi çiçeklerle süslü çiniler, son yıllarda ortaya çıkan “Mavi Cami” adı verilmiştir.

Aynı plan düzeni, Safiye Sultan’ın Mimar Davud Ağa’ya 1597de başlatarak ancak Mustafa Ağa tarafından 1663’te Turhan Sultan için tamamlanabilen İstanbul Yeni Valide Camii’nde de uygulanmıştır. Dış avlusunda bir taraftan Mısır Çarşısı adı verilen bir arastası ile Turhan Sultan’ın türbesi bulunan bu selâtin camiinin başka külliyeler gibi bazı ek binaları yoktur. Güzel bir sivri kemer üstüne oturtulmuş Hünkar Kasrı, mimarisi ve çini süsleri bakımından eşsiz değerdedir.

Mimar Sinan, camilerinde sürekli yenilikler uygulamıştır. Kubbesini dört büyük kemerin taşıdığı ve kubbe baskısı köşelerde ağırlık kuleleriyle dengelenen XVI.yüzyılın ortalarına ait Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nde böyle bir örnekle karşılaşılmaktadır.

Edirne’de Selimiye Camii 1569-1575 yılları arasında Sultan II. Selim tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Çevresinde iki medrese bir mektep ile sonradan ilave edilen küçük bir türbe vardır. Merkezi planın en mükemmel bir şekilde uygulandığı dünya mimarlık tarihinin önemli yapılarındandır. Şehrin yüksek yerinde inşa edilen bu yapıda, her biri üçer şerefeli dört minarenin ortasındaki 31,5 m çapında ana kubbesi, harimin bütününe hakim olarak yapının üstünü örtmektedir. Duvarlara yakın sekiz payenin sağladığı sekiz köşeden geçişi pandantiflerle sağlanan bu kubbe caminin yapısı ile bütünleşmiştir. Selimiye Camii XVI.yüzyılın en güzel İznik çinileri ve pek az yerlerde kalabilmiş nakışlarla bezenmiştir.

Osmanlı-Türk mimarisinin klasik döneminde ahşap çatı ile örtülü mütevazi camiler de yapılmıştır. Çok basit ve sade olan bu camiler arasında, iç süslemesi ve bazı özellikleri bakımından kendi çapında bir şaheser sayılabilecek binalara da rastlanır. 1592’te Topkapı dışında Takyeci İbrahim Ağa Camisi kaliteli çiniler, ahşap üzerine yapılmış renkli nakışlarla bezenmiştir. Osmanlı-Türk sanatında, XVIII.yüzyılın ortalarından itibaren hâkim olmaya başlayan Avrupa’dan gelen tesirler önce Türk-Baroğu, daha sonraları da Türk-Empire üslûplarını doğurmuştur. Daha sonrada karma bir üslûp dönemi takip etmiştir. Yabancı tesirler dönemi camilerinde süsleme dışında mimari bakımından önemli bir yenilik yoktur.

1759-1763 yılları arasında İstanbul’da Sultan III. Mustafa’nın yaptırdığı Laleli Camii’nde, ana çizgilerde hala klasik dönemin bazı unsurlarının yaşadığı, planın ise sekiz destekli şemaya uygun olmasına karşılık bütün kemerlerde barok profillerin kullanıldığı görülür. Bir selâtin camii olmasına rağmen eski külliye düzeninden de uzaklaşılarak çok değişik bir düzenleme ile altında bir çarşı, bir tarafında da medrese ile avlu kapısı yanında sebil ve türbe yapılmıştır.

Dört büyük kemerin taşıdığı tek kubbe ile örtülen ve 1748-1755 yılları arasında I. Mahmud’un başlatıp III. Osman’ın bitirttiği Nuruosmaniye Camii, süslemesi, yapı unsurları, bilhassa yarım yuvarlak avlusu ile barok üslûbunun tam bir temsilcisidir. Ancak Türk camilerinde barok mimari kısıtlı olarak uygulanmıştır.

1853’te Dolmabahçe’de empire üslubunda Balyan ailesi mimarları (bu konuda Balyanların mimar olmadıkları, ancak bir nevi müteahhit olduğu yolunda yapılan bazı çalışmalar vardır) tarafından Bezmiâlem Valide Sultan için yapılan camide de aynı özelliği bulmak mümkündür. Bu selâtin camiinde çifte minare aşırı derecede ince gövdeli olarak ve şerefe çıkmalarına birer korint sütun başlığı biçimi verilerek yapılmıştır. Klasik mimariye ters düşecek şekilde son cemaat yerinin üstünde küçük ölçüde bir saray gibi düzenlenerek tezyin edilmiş bir hünkar kasrı vardır. Dolmabahçe Camii’nde bir muvakkithaneden başka ek bina yoktur.

Barok ile empire üsluplarının bir karışımı olarak Sultan II. Mahmud’un 1822-1826’da Tophane’de inşa ettirdiği Nusretiye Camii yüksek kitlesiyle değişik bir görünüme sahiptir. Dört büyük kemerin taşıdığı bir kubbe ile örtülü binada eski Türk sanatından hiçbir iz yoktur. Çifte merdivenle çıkılan son cemaat yeri üstünde yine hünkâr kasrı bulunur.

İstanbul’a 1851’de inşa edilen Hırka-i Şerif ve 1854’te Sultan Abdülmecid’in yaptırdığı Ortaköy camileri de empire üslubunun başlıca örnekleridir. Her ikisinin de minare şerefeleri korint sütun başlıklarının taklididir. Karma üslûbun daha geç örnekleri, Konya’da 1872’de yapımına başlanıp birkaç yılda bitirilen Aziziye, İstanbul’da Aksaray’da 1871’de yabancı bir mimarın eseri olan Valide Pertevniyal ve 1886’da Sultan II. Abdülhamid’in yaptırdığı Yıldız camilerinde görülür. Bu son iki camide yabancı mimari, eski Türk sanatından ilham alınan bazı unsurlarla birlikte uygulanmıştır.

Bunun yanında Aksaray Valide Camii’nde olduğu gibi Batı’nın gotik sanatı unsurlarının Türk sanatı süs unsurları ile beraberce kullanılması da bu dönemin özelliklerindendir. Bu dönemin daha küçük ölçülerdeki camilerinde de bu özellikler daha kısıtlı olarak varlıklarını gösterir. Yozgat’ta. Çapanoğlu Mustafa Paşa tarafından 1779’da yaptırılan gösterişli camide üç bölümlü son cemaat yerini takip eden tek kubbeli harim kısmı İznik’teki Yeşil Cami gibi kubbeli ana mekândan iki paye ile ayrılan üç bölümlü bir ara mekâna sahiptir.

Sonuç
Bu köklü geleneğin günümüz mimarisine yansıması gerektiğini düşünüyor ve umuyoruz. Türk İslam mimarisinde ibadethaneler ihtiyaçlara göre şekillenmiştir. Günümüzde olduğu gibi camiler yarış kazanmak veya sadece büyük bir cami yapmış olmak için yapılmazdı. İnsanların ibadetlerini en iyi şekilde yapabileceği şekilde biçimlendirirlerdi. Atalarımızın yaptıkları camileri yerine göre büyük veya küçük olarak; mescidleri ise genellikle küçük olarak yapmaları insanlara hizmet etmeyi her şeyin üstünde tutup, lüzumsuz unsurlardan kaçındıkları içindir.

Cami projesi çizecek bir mimar öncelikle tasarlayacağı mekânın sıradan yapı değil, kutsal bir mekan olacağının farkına varması gerekir. Bu mekanın yeri bile sonsuza kadar sadece ibadethane olarak kullanılabilecektir. Dolayısı ile yapılacak caminin önemi burada ortaya çıkmaktadır. Öyle bir yapı olmalı ki hem sağlam, dünya durdukça ayakta kalabilmeli hem güzel, herkesin beğenip içinde huzur duyacağı bir biçimde olmalıdır.

Bu mimarın bilmesi gereken diğer husus caminin yapılacağı yerden başlamak üzere halka halka ilerleyerek çevrede bulunan tarihi eserler ve bilhassa tarihi camilerin incelenmesidir. Anadolu’nun fethinden itibaren yapılan, pek çoğu birer sanat eseri olan camilerimizin malzemesi, yapım tekniği, konstrüksiyonu, tarihi gelişimi bir mimar için göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Dünyanın hayran kaldığı, Selimiyeler, Süleymaniyeler bizim mimarlarımız tarafından ne kadar bilinmekte ve önemsenmektedir? Halbuki batıdan ve doğudan gelen yabancılar, bizim camilerimizi inceleyip sırlarını öğrenmeye çalışıyorlar. Bu yapıların asırlarca depreme dayanmasının sebeplerini sırlarını araştırıyorlar.

Tekrar yeni mimarlarımıza gelecek olursak; onlar atalarımız bunları niye yapmış, nasıl yapmış diye düşünmüyorlar. Bir cami projesi çizmek gerekince geçmişteki camilerimizin incelikleri bilinmediğinden ya kubbeli bir caminin kopyasını çiziyorlar veya cami diye uçuk bir yapı tasarlıyorlar. Sanki ülkemizin her tarafında aynı projenin uygulanması mümkünmüş gibi; cami dernekçileri hazır proje arıyorlar, onun da kubbelisini istiyorlar. Bu anlayışla ibretlik camiler ortaya çıkıyor. Bir deprem olunca bu camiler ve minareleri yıkılıyor; korkudan yerlerine prefabrik cami, varil minareler yapıyorlar. XXI.yüzyılda gelebildiğimiz nokta maalesef budur.

Yeni bir cami tasarlayacak olan mimar günün, hatta geleceğin ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmalıdır. Çoğunluğu ilk şekli ile günümüze gelmiş olan Mimar Sinan’ın camileri gibi, yapı tamamlandıktan sonra başka bir eklentiye ihtiyaç duyulmaması gerekir. Bir cami tamamlanınca ne fazlası ne de eksiği olmalıdır.

Kaynaklar
[1] Albert Gabriel, Monuments Turcs d’Anatolie, Paris 1931, 34, 1-11.
[2] Albert Gabriel, Voyages Archeologiques dans la Turguie Orientale, Paris 1940.
[3] Aptullah Kuran, İlk Devir Osmanlı Mimarisinde Cami, Ankara 1964.
[4] Celâl Esad Arseven. Türk Sanatı, İstanbul 1973.
[5] E. Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimârîsi l-ll, İstanbul 1966, 72.
[6] E. Hakkı Ayverdi, Fâtih Devri Mimârîsi, İstanbul 1973, 74, I-II.
[7] Godfrey Goodwin, A History of Ottoman Architecture, London 1971.
[8] Oluş Arık, “İslam Mimarisine Türklerin Getirdikleri”, İslam Sanatında Türkler, İstanbul 1976.
[9] Sedat Hakkı Eldem. Türk Mimari Eserleri, İstanbul 1979.
[10] İ. Aydın Yüksel, Osmanlı Mi’mârisi V, İstanbul 1983.
[11] Semavi Eyice, “Cami” (mimari) ” maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi C.8, s.101-112.
[12] Ulya Vogt Göknil, Mimar Sinan, İstanbul 1987.
[13] Oktay Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarisi, İstanbul 1985.
[14] Oktay Aslanapa, Türk Mimarisi, İstanbul 1989.
[15] S. Faruk Göncüoğlu, Zeliha Kumbasar, Gelenekten Geleceğe Camiler, İstanbul 2006.

Makale ©Yapı Dünyası Dergisi 2014 Sayı: 214-215 de yayımlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir